Adı verilen (yanda)  ve M.Ö 170 de Romalı tarihçi Polybius' un meşaleler ile harf kombinasyonlarını iletmesi ile başlayan haberleşme tarihi süreçleri, 1794 yılında Claude Chappe tarafından Paris -Lille kentleri arasında kurduğu 'semaphore' modeli ve dahiler yüzyılı olarak tanımlanan bu yıllarda 'elektriksel' büyüklüklerin tanımlanması ile 'telgraf' ın bulunması ile ve nihayet insan sesinin uzaklara iletilmesi olarak ' telefon' un icadı ile devam etmiştir. Modern haberleşme tarihi her ne kadar telgraf ile başlamış ise de telefon, bugüne kadar gelen tartışmalarda insanın teknolojik olarak içinde ve müdahil olması, yaygın olması ve sesin gerçek zamanlı olarak iletilmesi açısından insan hayatına daha çok etki yaparak telekomünikasyon altyapılarının bugünkü seviyesine ulaşmasına katkı sağlamıştır.

 

Modern haberleşme tarihinin başlangıcı sayılabilecek ilk adım olan telgrafın bulunmasından sonra Alexander Graham Bell ile Elisha Gray arasında telefonu ‘ben buldum, sen buldun’  tartışması, Meucci' nin telefonu bulduğundan habersiz bir şekilde 1876 yılında devam ediyordu. Meucci'nin telefonu bulduğuna dair hakkı 2002 yılında ABD Kongresince bir asır sonra ancak tescil edilmişti.

(https://www.linkedin.com/pulse/telefonu-bulan-meucci-ve-elektrik-dehasi-tesla-vedat-karaarslan?trk=mp-reader-card) Meucci,telefonu Bell ve Gray' den önce oturduğu evinin 3. katından alt katta yatan yatalak eşi ile konuşmak üzere zaten kullanıyordu. Meucci telefonu yatalak eşinin kullanması için bulmuş, Bell ise duymayan ve işitme engelli annesine izafeten sesin uzaklara iletilmesine ilham kaynağı olan telefonun patentini almıştı. Bundan sonra ABD nin bütün şehirleri telefon ağları ile kaplanmasına başlandı. Ancak her bir abonenin tek tek birbirine bağlanması New York' ta yukarıdaki görüntüyü oluşturmuş ve şehir bir düzensiz bir iplik yumağına dönmüştü. Matematiksel olarak nihayet (n) kişinin telefon bağlantısı için n (n-1) adet tel/kablo bağlantısı gerekiyordu. Örneğin 5000 telefon kullanıcısının birbirleri ile haberleşmesi için 5000 (5000-1) = 24.995.000 kablonun birbirine bağlanması kaçınılmazdı. O zamanlar bunun çözümü ilk adımı birbirleri ile konuşmak isteyen ailelerin kısıtlı bir oranda kablolar ile evlerinin birbirlerine bağlanması şeklinde olmuştu.

Bu zorluğu aşmak üzere ilk örnek sistemler, bizim de telekomünikasyon tarihimizde altyapıda çok önemli yer tutan önce BA-1 'jack' diye adlandırılan sistemler kullanılmaya başlandı. Bu manuel bağlantı şekli bir panel üzerinde evlerden gelen kabloların bağlantılarını sonlandırarak bağlantı yapabilecek şekilde bir 'jack' sistemi ile bu panellerin (switchboard) başında oturan bayan operatörlere ulaşmak istenilen telefon abonesinin numarası veriliyor ve daha sonra sesin insan sesinin kümelenme sınırı 500-2500 Hertz arasında olmasından dolayı 300-3400 Hertz arasında tesis edilen filtrelere sahip telefon hattı üzerinden yüksek frekanslı tiz sese sahip olan bayan operatörlerin telefon hatları üzerinden daha iyi duyulacak olmasından dolayı bağlantı gerçekleştiriliyordu. 'Switchboard' olarak kullanılan bu sistemler, arayan ile arananın operatör tarafından irtibatlandırılarak konuşmanın sağlandığı birer mini manuel telefon santral fonksiyonuna sahiptiler. Daha sonraki yıllarda ses filtre ve kodekleri (codec) son derece gelişmiş olmasına rağmen bayan operatör kullanma geleneği sanki anayasal bir kuralmış gibi bizde olduğu gibi tüm dünya telekomünikasyon operatörlerinde devam etti. (Bu gelenek operatörlerin sadece telefon bağlama yeri değil aynı zamanda müşterinin sorununu da çözecek bir ulaşım yeri olması gerektiğine yönelik olarak ilk mobil telefon sistemlerinin kullanılmaya başlandığı yıllarda 'çağrı operatörleri' olarak erkeklerin de bu alana dahil olması ile değişecekti.)

Ancak yukarıda gördüğümüz gibi bu sistem ABD'nin New York kenti yakınlarında oturmakta olan Almon Strowger (1839-1902) adlı bir iş adamının canını çok sıkmıştı. Bunun nedeni Strowger’ ın dükkanının bulunduğu kasabada aynı işi yapan rakibinin eşinin manüel telefon santralına ulaşan müşterileri hep kocasının iş yerine bağlayarak kendilerine kazanç sağlamaları idi. Bu durum günümüzde yaşadığımız telekomünikasyon operatörleri arasındaki 'ara bağlantı' ücretlerindeki tartışmalara benzer şekilde telekomünikasyon tarihinin ilk ara bağlantı problemi olarak olarak görülebilir. Telekomünikasyon tarihinin bu ilk ara bağlantı sorununu çözmek için A. Strowger, aradaki operatörleri kaldıracak bir sistemi tasarlamaya başladı ve bir otomatik telefon santralı yapmayı başardı. Bu santral, bizde de 1985 yılına kadar kullanımda olan ilk Ericsson ya da diğer şirketlerin yapmış olduğu telefon santrallerinin atası sayılır. Strowger, tarihin ilk elektro mekanik step-by-step denilen telefon santralını yaparak arayan ve aranan arasında otomatik olarak numara seçimi yapılmasını ve arada hiçbir operatöre gereksinim duymadan çevirmeli olarak bağlantı sağlayan sistemleri bulan kişidir.Arama şekli, yandaki şekilde de gösterildiği üzere örneğin 58 nolu abone aranacaksa önce (A) abonesinin çevirdiği çubuk önce dikey taraftaki (5) numaralı çubuğu aktive ediyor ve sonra karşı taraftaki yatay yöndeki (5). seviyedeki (8) numaralı çubuk aktive oluyor ve 58 numaralı aboneye ring gönderilerek çağrı başlatılarak konuşma gerçekleştiriliyordu.

Bize telefon nasıl geldi bahsine gelince...  Strowger'in otomatik telefonu bulduğu bu dönemlere denk düşen yıllarda (1881) Ahmet Mithat Efendi’ 'Dürdane Hanım'  adlı bir roman yazar. Romanda Boğaz'da bir yalıda oturan Dürdane Hanım'ın Mergub adlı sevgilisinden gayrimeşru bir çocuğu olacaktır ve bu durumu ailesinden gizlemiştir. Dürdane bundan dolayı zor durumdadır. Mergub'un evliliğe yanaşmaması üzerine Dürdane' yi intikam almaya ikna eden yalı komşusu Ulviye Hanım, Mergub'u Dürdane' nin yanına getirir, ancak Dürdane intikamını kimsenin düşünemediği bir biçimde alır.Yan komşusunun sevgilisi ile gizli gizli buluşmalarını ispat edebilmek için ve dinlemek üzere evine gelen bir İngiliz Doktordan böyle bir aparatı bulabilir miyiz? diye yalvarması sonucunda İngiliz’in Beyoğlu’ ndaki bir mağazadan aldığı romanda adı 'nakl-i sada' olarak geçen dil bilimci Nurullah Ataç'ın ise telefon sözcüğüne Türkçe karşılık olarak 'uzaklaşarak konuşur ' sözcüğünü önermesine rağmen pek de rağbet görmeyen telefon, 'garip buluş' anlamında diğer bir deyişle 'ihtira-ı garibe' olarak yan komşusuna kadar uzattığı kablo ile komşusunu dinleyerek bu aleti başarıyla kullanması, romanın ana konusunu teşkil eder. Daha sonraki yıllarda neredeyse uzak diyarlarda suç işleyen paşaların başlarını vurdurmak için tez elden payitahtın haberdar edilmesine yarayan ve telgrafa izin veren devlet, telefonun her eve bağlantısının ihtilalcilere sağlayacağı haberleşme imkanları ile yasaklanmasına bir ibret vesikası olarak telgrafın devlet kontrolünde olan yerlerde, telefonun ise evlerde kullanıma müsait cihazlar olması nedeniyle telefonun ilk yıllarda Osmanlı' da gelişememesi olarak ortaya çıkacaktı.

Telefonun yukarıda izahını yaptığımız tarihsel gelişiminden sonra haberleşme devriminin ikincisi sayılan İnternetin ortaya çıkmasına Rusların çok büyük bir katkı yaptığını söylersek haksızlık yapmamış oluruz. Belkide Rus tarihinde Ekim devriminden sonra aynı döneme rast gelen ikinci bir devrim de, anlamı soğuk savaşın pek moda bir deyimi olan 'yoldaş' anlamına gelen Sputnik adlı bir uyduyu  4 Ekim 1957 yılında uzaya göndermeleri ile olmuştur. Bu uydu ile başlayan uzay yarışında, Amerikalılar büyük bir mahcubiyet duymuş ve sadece sinyal gönderebilme yeteneğine sahip bu uydu üzerinden kendilerine Ruslar tarafından kıtalar arası nükleer füze gönderileceğini düşünmüşler...Uydu ABD vatandaşlarına tam bir şok yaşatmıştır. İnsanlar 900 Km yükseklikte (apoge) ve 20-40 Mhz de Associated Press tarafından önce  'deep beep-beep' adı verilen iki basketbol topu büyüklüğünde ve yaklaşık 83 Kg ağırlığındaydı ve uyduyu akşam karanlığında antik çağlarda ve şimdi de gökte görülebilen Sümer, Akkad ya da Babil astrolojisini oluşturmak üzere  5 adet gezegene çıplak göz ile bakıp ilham almalarına benzer şekilde sanki altıncı bir gezegene bir alet kullanmaksızın çıplak gözlerle bakmaya çalışıyorlardı. 

ABD hükümeti, Rusların Sputnik uydusunu uzaya göndermesi şaşkınlığı içinde daha da ileri giderek bu uydunun Bor madeni ile çalıştığını ileri sürmüş (halbuki uydunun içinde azot gazı vardı) ve NATO kapsamında Bor madeninin stratejik bir element olduğunu tüm müttefiklere kabul ettirmişti. Hatta Türkiye'den Yunanistan'a tuz göllerinde boraks madeni ile birlikte oluşan kolemanit madenini götüren bir gemi Çanakkale Boğazı' nda Yunanistan'da boraks fabrikaları olmadığı için bu maddenin Doğu Bloku ülkelerine satılacağı bahanesi ile Amerikalılar tarafından el konulmuştu. (Bir gemi dolusu kolemanitten herhalde yüzbinlerce uydu yapılabileceği sanılmış olabilir mi !) Bütün uydular boraks ile çalışsaydı bile her ülkeye yetecek bor, Türkiye'de zaten vardı ancak bu bahane ile stratejik maden kavramı Amerika tarafından bütün NATO ülkelerine yayıldı. Sputnik uydusunun içinde bir element vardı ancak bu element Bor değil Azot idi. Bunun nedeni Azot' un, Sputnik Uydusuna uzay yörüngesinde çarpması muhtemel meteorların uydu içindeki basıncı düşürecek olmasına göre basınç ölçülmesi için kullanılıyordu. Eğer uydunun yuvarlak gövdesi içindeki azotun basıncı düşmez ise uyduya herhangi bir meteor çarpıp delik açmamış olduğu böylece uydunun güvenli bir yörüngede döndüğü yer yüzeyindeki bir uzaktan kontrol sistemi ile anlaşılacaktı. Ayrıca Azot gazının bir diğer adı olannitrojenin oksijen yerine günümüzde otomobil lastiklerine basılarak lastiğin içinde nem oluşturmayarak jantlarda da oluşabilecek korrozyana karşı lastiğin ömrünün artırılması etkisinin bilinmesi gibi o zamanlar Ruslar tarafından da Sputnik ' in gövdesinin nitrojen ile doldurulması bu seçimin ne kadar yerinde olduğunu gösteriyordu. Uydular gerçekten de Amerikalıların zannettiği gibi sadece Bor ile çalışsaydı bu Türkiye için bulunmaz bir fırsat olacakken Bor madeninin stratejik bir maden olmadığına yönelik karar, daha sonraki yıllarda NATO gündeminden ancak 1963 yılında kaldırılacaktı. 

Bu arada ABD lilerin Rusların uydu harekatına karşı cevabı gecikmedi, hemen Vanguard roketi ile uzaya uydu göndermeye çalıştılar ancak roket 4 metre havalandıktan sonra yere çakıldı. Telekomünikasyon amaçlı ilk haberleşme uydusu ise yine ABD tarafından 1965 yılında 240 telefon haberleşmesi yapabilen ve 1 TV yayın kanalı iletişim kapasiteli Early Bird uydusu oldu.) 

Rusların veya o zamanki devlet isimleriyle Sovyetlerin (SSCB) uzaya çıktığını duyan Amerikalılar, 'Russian in Sky...' paniği içinde uydu üzerinden kendilerine gönderileceğini zannettikleri füzelerin önlenmesi amacıyla askeri haberleşmenin daha hızlı yapılabilmesini sağlamak üzere tüm bilgisayarları birbirlerine bağlamaya başlayarak bir bilgisayar ağı kurmaya karar verdiler. Bu ağ yıllar sonra bugünkü İnternetin alt yapısını teşkil edecekti. Sputnik, 1957 yılında ABD Başkanı Eisenhower şimdiki MACINTOSH bilgisayar firmasının o zamanlar başında çalışan Mc Elroy’u kabineye almayı düşündüğü anda uzaya gönderilmişti. İşte bu ortamda Savunma Bakanı yapılan Elroy, ABD halkının Rus uydusunun uzaya gönderilmesi ile mahvolacaklarını zannettiği bir anda buna karşı bir cevap olarak ARPA (Advanced Research Project Agency) yi kurdu. Daha sonra bu Enstitü 1969 yılında (UCLA, Stanford Research Institute),  the University of California at Santa Barbara ve University of Utah nin birbirlerine bağlantısı olarak başlayan ve adına ARPANET denilen 4 adet düğüm (node) noktası ile internetin atası sayılan ağın temelleri atıldı.

Sular durulmuyordu...ABD BaşkanıEisenhower 1962 yılında İnternetin babası sayılan Packet Switching sistem Mühendisi Paul Baran’ dan ABD nin bir nükleer saldırı karşısında hiçbir koşul altında haberleşmenin kesilmemesi için bir ağ kurmasını istedi. Paul Baran, değişik yönlerden giden (datagram) özellikli ‘paket’ anahtarlama ve iletişim protokolünü tanımlayarak TCP/IP nin temellerini attı. P.Baran, varış saati, düzeni ve teslimi garanti edilemeyen paket anahtarlamalı bir ağ ile ilişkilendirilmiş temel bir aktarım olarak başlığında internet üzerinde yönlenebilecek adres bilgileri olan ve gerektiğinde verinin  MTU (Maksimum İletim Birimi)   aşması durumunda 8192 parçaya kadar bölünebilen ve alıcı uçta birleştirilebilen ‘datagram ‘ ı tanımladı. Bugünkü veri haberleşmesinin temeli olan datagram ağları devre anahtarlamalı sistemlere karşı (yukarıdaki çizim) olarak aynı kullanıcının içinde kaynak (source) ve hedef (target) bilgisayarların adreslerinin (header) bulunduğu veri paketlerinin farklı yollardan karşıya belirli bir sıralama kapsamında iletilmesi ve bağlı oldukları sunuculardaki 'routine table' larda gerektiğinde bağlantı kopukluğunun geriye doğru bildirilmesi şeklinde tasarımlanmış ancak verinin karşı uca teslim edilmesi için günümüzde ses paketlerinin iletildiği verileri bağlantı kurmadan gönderen ancak fazla band genişliğine gerek duymayan (TCP gibi verinin ulaşıp ulaşmadığı kontrol edilmez) UDP (User Datagram Protocol - Kullanıcı Veribloğu İletişim Kuralları) de olduğu gibi bir garantisi olmayacaktı.

Kısa bir telekomünikasyon tarihi sunduğumuz bu yazıda, sesin en basit form ile iletilmesi ile başlayıp giderek karmaşıklaşarak iletilmesi serüveni içinde telefonun icadının ilk yıllarında dahi yaşanmayan ses iletişimi sorunlarını bugün internet altyapısı üzerinde yaşamamızın nedeni teknolojik yönden insan ses 'formantları' nın (200-1200 Hertz ve 500-3000 Hertz) nedense yok sayılarak kişiliksizleştirilmesinin olduğunu artık anlamamız gerekmiyor mu? 

S. Vedat Karaarslan 

KAYNAKLAR :

1. Ahmet Mithat Efendi, Dürdane Hanım, Akçağ Yayınları, 1999 

2. Paul Dickson, The Shock of The Century, Canada by Fitzhenry and Whiteside,       2001