'SOSYAL MESAFE' 'SOSYAL KAYGI' YA NASIL DÖNÜŞMEZ?

S. Vedat Karaarslan Arkeolog- Y. Mühendis  

Vücudumuzda yeterli düzeyde olması gereken kimyasal serotonin ve dopamin seviyesinin insanın mutlu olmasını sağlayıp öğrenme kapasitesini en üst düzeye çıkaran ve özellikle başarılı bir öğrenci olmayı sağlarken diğer taraftan başarılı olmaya daha hevesli ve istekli çocukların ise beyinlerinde öğrenmeye hevesli olmayan çocuklardan daha fazla elektrokimyasal üreterek bir nörondan diğer bir nörona bağlantıyı sağlayan daha fazla dendrit dallanmasına sahip oldukları ortaya konulmuştur.

Demek ki beynimizdeki yeterli oranda kimyasal nörotransmitter olarak dopamin ve serotonin ve daha fazla dendrit dallanmasına sahip olarak aminoasit yaymak öğrencinin başarılı bir performans göstermesine neden oluyor.

Beynimizde yeterli oranda serotonin ya da dopamin olmaması strese kadar giden bir sosyal kaygı  sorunu olarak dış dünyaya akseden bir psikoloji davranış bozukluğu olarak ortaya çıkar.

Öyle ise sosyal kaygının beynimizdeki elektrokimyasal yapı ile biyolojik bir ilişkisinin olması gerekiyor mu? diye sorulacak bir sorunun cevabı 'evet' olacaktır.  

Psikologlar 'sosyal kaygı' olgusunu kişinin sosyal ortamlarda uygun olmayan biçimde davranacağı, kötü duruma düşeceği, yetersiz kalacağı bir dizi rahatsızlık ve gerilime sahip olması olarak tanımlar.

Genellikle bir toplantı ya da konferanslarda ilk sorunun sorulmasındaki cesaretsizlik 'acaba sorunun yer mi, soru tuhaf mı karşılanır' gibi kaygılardan tutun da kapattığınızı iyi hatırladığınız evin kapısını kapattım mı diye evin  önündeki  aracınıza tam da binerken eve doğru geriye gelerek kapı kilidinin tekrar kontrol edilmesine kadar yaşanan davranış bozuklukları  içinde kaygı dediğimiz bu yaklaşımlar beyinde biyolojik bir hercümerçe neden olur.

Michael Liebowitz tarafından korku ve farklı sosyal durumlardan kaçınma olarak bir dizi test Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSAS) ölçeği adı altında 1987 yılında açıklanmıştı. Buna göre LSAS ölçeği testleri sosyal kaygı bozukluğu (SAD, Social Aniexty Disorder) olarak nörolojik ve bilişsel-davranışçı terapi bağlamında kullanılan önemli bir değerlendirme olarak görülür. 

Bütün dünyada koronavirüs sonrasında hayatın normale dönme hazırlıklarının yapıldığı bugünlerde sosyal mesafenin korunacağına yönelik birinci kuralın sosyal kaygıya dönüşmemesi için alınması gereken önlemler bir bir açıklanıyor. 

Amerikan Psikoloji Derneği, Dr. Kaplin bu önlemleri şu şekilde sıralıyor ' ne yaşandığını ve olduğunu hatta stresli olduğunuzu kabul edin, zoom gibi videokonferans uygulamalarını reddetmeyin yani ağa bağlı kalın, bir şeyi arayıp bulunca mutlu olun, nefes egzersizleri yapmayı ihmal etmeyin, beynin ilacı nazik olmaktır ve nazik olun, iyi bulduğunuz her şeyi imkanlar ölçüsünde fiziki olarak paylaşın, elinden geleni yapmaya çalış ama beklentilerini değiştir, sosyal, işyeri ve diğer ortamlardan haberleri takip edin, sürekli güncel olun'

Sosyal kaygının işyerlerinde başkaları ile etkileşime girip bağlantı kurulmasından iletişim olarak ortaya çıkabilecek hissiyatın karşılıklı olarak etklilenebileceğine yönelik olarak yukarıda yapılan önerilerin dikkate alınarak giderilmesi şeklinde olabileceği öngörülmektedir.    

Bunların yapılmasının koronavirüs sonrasındaki yaşamımızda korku ve kaygıyı, beynin sol ön prefrontal bölgesinde oluşan (depresyon sonucunda beynin diğer etkilenebilecek bölgeleri amigdala, talamus) bölgeler  depresyon (yukarıdaki resim) ve can sıkıntısını ve öfke, hayal kırıklılığı ve sinirlilik halini ortadan kaldıracağı gayet açıktır.   

En büyük korku sosyal mesafenin ortaya çıkarması muhtemel sosyal kaygının biyolojik yönüne gelince...

Tek başına vücudumuzdaki biyolojik değişimlerin neden olmayacağını bilinen 'sosyal kaygı'  nefes, titreme, kızarma, ses kısılması olarak ortaya çıktığına göre bunların insan biyolojisine bağlı olarak beynimizdeki elektrokimyasalların neden olduğu bilinmektedir.

O halde sonuç olarak bu durum bizi yine dopamin & serotonin ikilisinin yeterliliğine ve beyni küçülterek işlevselliği kısmen ortadan kaldıran stresin ortaya çıkması nedeni ile elektrokimyasal nörotransmitterlerin kalitesinin iyi olmasının çok önemli olduğunu gösterir.

Bu aynı zamanda sosyolojik olarak söylenmiş aslında biyolojik bir ifade olan 'ne yiyorsanız O'sunuz' sözünün tam da karşılığı olan anlatmaya çalıştığımız sosyal kaygının ortaya çıkmasına neden olan ne yenildiği ile ilgili bir husustur.

Bir hastalık vücuttaki hücrelerin olması gereken titreşimde değil de az ya da daha çok titreşime sahip olarak diğer sağlam hücreleri de etkilemesi olarak ortaya çıkan bir biyolojik olay iken hiçbir yararı olmayan örneğin içilen bir inek sütünün de aşırı buğday tüketimi ile birleşerek hücrelerimizi ve nörotransmitterlerimizin üzerindeki olumsuz etkisini de göz ardı edemeyiz.

Beynin gelişimi için makro besin olarak tanımlanan karbonhidrat, protein ve yağların ne kadar önemli olduğu ortaya konulmuştur.

Beynin kendisinin de Omega 3 tabanlı %60 ının yağdan oluştuğu ve bu nedenle 2 gram Omega 6 yağı alıyorken 2 gram da Omega 3 yağı gibi dengeli bir oranda iyi yağların alınmasının beyin için yararlı olduğu önerilirken, proteinler de önemini anlattığımız nörotransmitterlerin oluşumunda önemli rol oynar. Çok fazla Omega 6 alınmasının nörolojik ve psikolojik depresyona den olabileceği de birçok araştırmanın sonucu olarak açıklanmaktadır. Bu orantısız yağ alımının beyinde oluşturduğu hasar nöronların zarlarının sertleşerek birbirleri ile iletişim kuramaz hale gelmesi sonucunda nörolojik rahatsızlıklar oluşması araştırmalar sonucunda ortaya konulmuştur.  (Bunun en kolay ve pratik yolllarından bir tanesi yeşil çay içmeye başlamaktan geçiyor.)

Buna karşın kompleks karbonhidratlar olarak bilinen örneğin kabuğu soyulmadığı için diğer unlardan daha ucuz olması gereken ancak beyaz unlu ekmeklerden daha pahalı olan ve ilgisizlikten ve lüks (!) olduğu için beyaz ekmekten alınan farklı farklı KDV oranları tam buğday ile yapılmış halk arasında siyah olarak adlandırılan ekmeğin daha pahalı satılıyor olması çok şaşırtıcı bir durumdur.

Beyaz ekmeğe yöresel ağız ile 'şehir' anlamında 'şeher' ekmeği diyen köylülerimizin de yıllardır yapmakta oldukları tam buğdaya dayalı siyah ekmek üretimi yerine nişasta bazlı beyaz ekmeği tercih etmesindeki nedenleri ekonomik koşullar olsa da bunun sonucunda ortaya çıkabilecek hastalıkların sağlık sorunlarının neden olduğu ekonomik sonuçların daha yıkıcı olduğunun bilinmesi gerekir.     

Bu anlaşılmazlık içinde  tam buğday unundaki B12, B6, Selenyum ve Çinko oranlarının beyaz undaki oranlarından çok çok yüksek olmasına rağmen daha pahalı satılıyor olması beyaz unlu mamullerin kullanımını adeta özendirmekten öte bir faydası yoktur.    

Buğdayın çekirdeğinden 'ruşeym' ya da kabuğundan elde edilen tam buğday unu değil  ancak iç kısmındaki nişastadan bütün bu vitaminlerden yoksun olarak üretilmiş gluten ve nişasta kaynağı beyaz una dayalı besinlerin aşırı oranda tüketilmesinin bağırsaklardan beyne kadar uzanan serotonik ve dopamin kaynaklı öğrenme hevesini en aza indiren gıdaların başında görülmesi gerekir.

Bütün yukarıda anlatılanlar daha az hastalık ve sağlık politikaları için ulusal düzeyde bir tam buğday projesinin ortaya konulmasını gerektirir. Genel olarak da koronavirüs sonrasında normale dönme hazırlıklarının yapıldığı bugünlerde 'sosyal mesafe' nin 'sosyal kaygı' ya dönüşmemesi için nasıl beslenebilineceğine yönelik yememiz gereken gıdaların beynimizde oynayacağı rolün biyolojik sonuçlarının davranışlarımızı nasıl etkileyebileceğinin ip uçlarını veriyor.   

ARKEOTEKNO 

KAYNAKLAR:

[1] The Brain Diet, Dr. Alan C.Logan 

[2]  https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3181681/

[3] https://physicians.utah.edu/echo/pdfs/liebowitz-social-anxiety-scale.pdf

[4] https://www.healthline.com/health/depression-physical-effects-on-the-brain#1