DENİZLERİMİZE DAİR

Sokak röportajcıları toplumsal bellek ve aklın yolunu göstermesi açısından bazen faydalı işler yaparlar.

Bu röportajlardan bir tanesinde ana kentlerimizin merkezinde sanki pusuya yatmış gibi yoldan/caddeden gelene geçene Türkiye’nin etrafındaki denizlerin adlarını bilip bilmedikleri soruluyordu.  

Kentin merkezinde Türkiye'nin etrafındaki denizler soruluyor ama bu sorularla ne ilgisi varsa cevaben ‘ben hastayım kardeşim, ben bilmem’ diğeri sanki köylülerin deniz adlarını bilemeyeceği ya da bilmeye gerek duymayacağı gibi bir hisse kapılarak biraz da sanki şehirlerde oturanların 'denizleri' bilmeye muktedir olabilecekleri düşüncesiyle, şehirde oturanların biliyor olmasını düşünürcesine ‘ben yeni köyden geldim nereden bileyim ki’ kimisinin biraz da sanki haklı bir serzeniş olarak ancak ilgisiz bir cevap vererek ‘kardeşim benim geçim derdim var senin sorduğun soruya bak’ kimisinin ise 'denizlerin bir lütuf olduğuna dair' soru ile ilgisiz biraz da retorik söylemlerle kaçamak cevaplar vererek soruların geçiştirilmesi birkaç kişi hariç deniz ve su ile imtihan sorularının cevapsız kalmasına neden olan bir bilinmezliğe dayalı gerçeklerle yüzleşmemizi ortaya çıkarıyor.

Denizden kısaca sudan habersiz bir toplumsal bir yapısının bir ferdi olarak bu ifadelerin içinde tarihsel geçmişimizde denizler ile yaşadığımız olaylar bir yana, Issık Gölü’nün kuruduğu için biz batıya göçtük efsanesinin Dr. Reşit Galip tarafından sunulan bildiriye Zeki Velidi Togan’ın I. Tarih Kongresi’nde (1932) itiraz ettiği toplantıdan bu yana ve öncesinde de Türk’ün su ile imtihanı devam eder. 

Gerçekten de biz suyu çok anlayamamış ve hala da anlamamakta ısrar eden bir toplum olduk desek yanılmayız demek istemem ama dilimize pelesenk olmuş ‘su akar, …. bakar’ gibi gayri ahlaki bir söylemin ‘su akar, Türk baraj yapar, tarımda, sanayiide kısaca gerekli olduğu her yerde kullanır’ şekline dönüşmesi gerektiğine dair dağlardan çağlayan gibi akmakta olan sularımızın insanımızın karakterine de yansımış olabileceği düşüncesiyle üzerinde ufak çaplı gemilerin hatta Tuna Nehri gibi sularda seyredebileceği Avrupa nehirleri gibi düzgün akabilen bir nehrimizin neden olmadığına her zaman hayıflanmış olsak da biz nehirlerimizi bu hırçın su akışlarıyla çok severiz.   

Timur’un suyu görünce Anadolu’nun batısındaki İzmir’den daha ileriye gitmeyerek 1402 yılında gerisin geriye döndüğü gayet iyi bilinir. O zamanlar İstanbul'u neden almak istemediğinin nedeninin deniz olduğu söylenir. Aslında doğulu toplumların akan sudan yani dereden, ırmaktan, nehirden, biraz da tatlı suları olan göllerden hoşlandıkları kadar denizden hoşlanmadıklarına dair belki yüzlerce örnek verilebilir.

Bunlardan bir tanesi  Pers imparatoru Serhas (Xerxes), Yunanistan’ı fethetmeye giderken Dardanelles Boğazını geçmek için Anadolu'ya geldikten sonra Dardanelles (Çanakkale) boğazından antik kıta Yunan yarımadasına geçtiği sırada ‘Deniz, deniz, sana bu cezayı efendin çektiriyor, çünkü ondan hiçbir kötülük görmediğin halde, sen ona kötülük ettin. İstesen de istemesen de Büyük Kral seni geçecek. Hiç kimsenin sana kurban kesmemesi haklı, çünkü sen suları pis ve acı bir dereden başka bir şey değilsin' diyerek gemileri yan yana halatlarla bağlayarak yaptığı tarihin ilk deniz üstü köprüsü ile askerlerini Çanakkale Boğazı üzerinden Avrupa kıyılarına geçirmişti.

Demek ki doğulular için karalar bir lütuf, denizleri ise batılılar için denizler bir lütuf anlayışının hala bugüne kadar gelmiş bir sorun olarak günümüzde tek tek kapanan balık restoranlarından anlamaktaysak da kırmızı et ve ekmek kuyruğunda insanlar görülür de nedense balık satın almak için hiçbir zaman kuyruğa giren insanlara pek rastlamayız.

Buna dair düşüncelerin biraz da beyinsel bir problem olduğuna kanaat getiriyor olsak da 'ne yiyorsanız O’sunuz' sözünün ne kadar doğru olduğuna dair biyolojik gerekçelere dayanarak geçim sıkıntılarını bu tartışmalardan vareste tutup belki de bu tür davranışları hoş karşılamak gerektiğine dair düşüncelerle Türkiye’nin bir yarımada değil de deniz olarak adlandırmayanlara öfkelendiği hatta kızıldığını bildiğimiz Van Gölü’nü de deniz olarak hesaba katarak dört tarafı su ile çevrili olup ta bir ada gibi olan Anadolu’nun bu asil insanlarının sudan habersiz bir toplum olmaya ne kadar devam edeceği sorusunu sürekli kendimize sormamız gerekir.

ARKEOTEKNO