KENT

Almanya'da Düsseldorf, Bonn, Berlin, Münih....

Hollanda'da Amsterdam, Rotterdam, La Haye...

Bir ülkede kentlerin aynı seviyede gelişmişlik düzeyine sahip olması, zenginliğin topluma dengeli yayılmış olduğunun en büyük göstergesidir.   

VITRIVIUS' un "Mimarlık Üzerine On Kitap' adlı kitabında kent arazisinin seçimi, kent duvarları, rüzgarlarla ilgili sokakların yönlerinin belirlenmesi ve kamu yapılarının arazileri konularına dayalı olarak bir şehrin kurulmasında temel etkenler sıralanır.

Antik çağlarda yeni kentler kurulurken sıcak (güney)  ve soğuk (kuzey) rüzgarların kent sakinleri üzerine yayılabileceği bölgelerden sakınılması ilk şart olarak ortaya konulmuştur. Bir sığırın karaciğerinin hastalıklı olup olmaması da şehrin kurulacak yeri için insanların sıhhatle yaşayacakları bir arazi olarak seçimi açısından önemli bir kriter idi. Şehri çevreleyecek surların kuleleri arasındaki uzaklık ise bir ok atımı mesafesi ile özdeş olacak bir uzaklığa sahip olarak inşa edilmekteydi.  Atina'daki Rüzgar Kulesini inşa eden Chrrhuslu Andronicus ise doğudan esen Solanus, güneyden esen Auster, batıdan esen Favonius ve kuzeyden esen Septentrio rüzgarlarına 4 ara rüzgar daha ekleyerek şehir içindeki sokakların bu rüzgarların zararlılarını önleyecek yararlılarını ise yönlendirecek şekilde bir tasarım ile kurulmasını antik çağda önermişti. Bu 4 ara rüzgar ise Eurus, Africus, Corus(Caurus) ve Aquilo rüzgarlarıdır ki bunlar günümüzde kullandığımız güneydoğu, güneybatı, kuzey doğu ve kuzey batı yönlerinden esen rüzgarlarına tekabül etmektedir. (Resim: Atina Rüzgar Kulesi)

 

  crandial.jpg

  Şekil : GNOMON 

Şehrin kurulum yönünü Vitrivius, şehrin ortasına konulacak bir güneş mili (gnomon) veya bir gölge izleyici konularak bir pergel ile güneş mili gölgesinin öğleden sonra ve sabah ölçerek kesişen noktalara yaylar çizerek kuzeyden esen Septentrio ve güneyden esen Auster rüzgarlarının yönünün bulunabileceğini hesaplamıştı. Çünkü bir şehir merkezi için kuzey rüzgarları soğuk olduğu için insanlar için sağlıksız, güney rüzgarları ise sıcak olduğu için insanlar için halsizleştirici özellikli olarak şehrin kurulmasında hesaplanması gereken iki rüzgar olarak ortaya çıkmaktaydı.

Watkins, eski Roma yollarını incelerken dünyadaki bütün kutsal mabetlerin ve şehirlerin bir manyetik hiyerarşi içinde bulundukları coğrafik konuma göre inşa edildiklerini tespit etti. Rüzgarları yönlendiren etkenlerden bir tanesi olan manyetik alanların da böylece şehirlerin kurulmasında önemli bir etken olduğu da ortaya konulmuş oldu. 

Anadolu coğrafyamız bir step üzerindedir. Stepler daha çok denizlerden uzak iklimleri ile kışları soğuk yazları daha sıcak bir iklime sahiptirler. Stepler insanları daha çok köysel hayata dayalı bir yaşama alıştırır. Çoban kültürü daha çok hakim olur steplere.  Sudan uzak bir coğrafya demek aynı zamanda kırsal bir kültür egemen bir toplum yapısını da ortaya çıkarır.

Bugün Anadolu 'da illerin kurulduğu yerlere bakarsanız mutlaka coğrafik olarak bir dağ yamacına kurulu bir yerleşim tercih edilmiştir. Batı ülkelerinde şehirlerin seyrüsefere uygun nehirler üzerinde kurulmasına karşın bizde şehirlerin hep bir dağ dibine kurulması toplumsal olarak bizim daha çok ‘dış etkenli saldırılar’ kaygısı ile bu davranış modelini sergilediğimizi sosyologlar ileriye sürmektedirler. İster sosyolojik açıdan isterse korunma amaçlı bir yerleşim olsun bu durum kamu yönetimi açısından yıllarca önce okuduğum bir makaledeki modern ülke konseptinde il merkezleri arasındaki mesafenin birim saat ile ölçülmesi ile tespit edilerek yerleşim yapıldığı fikrimi yeniden canlandırdı. Şehirlerin birbirine uzaklığının Osmanlı'da bir kağnı arabasının aldığı yol ile zamanlayarak mesafesinin tespit edildiğine yönelik uygulamalar da yapılmıştı geçmişte.  

Bizim yakın tarihimizdeki şehirlerin kuruluşuna etken olan bir diğer husus ta geleneksel olarak medreseler topluluğunu ifade eden şehrin 'külliye'  sinin nerede olduğu idi. Şehrin bugünkü anlamdaki 'vaziyet planı' da bu külliyeye göre belirlenen yerleşim alanlarının belirlenmesi ile olurdu. Bu düşünceyi bugüne taşır isek üniversitelere göre şehrin coğrafik olarak yapılanması biraz da ortaçağ Avrupa' sında her şehrin bir üniversitesi ve meydanı olması fikri ile özdeşlik gösteriyor gibidir. Zira Avrupa'da şehrin kuruluşunda temel esas önce üniversitesi ve bir meydanının olması idi. Üniversite ve Meydan yok ise şehir kurulamazdı.

Bizde ise şehirlerin kuruluşundan sonra üniversitelerin birer birer şehir konsepti içinde yer alması üniversitelerin tüm dünyadaki tarihsel gelenekselleğine aykırılık teşkil ettiğine dair bir düşüncenin oluşmasına neden oluyor. Herkesin toplanma ve konuşma yapabildiği meydanların şehir konsepti içinde yer almaması ise bizim 'yazılı olmayan,konuşmaya dayalı'  geleneksel kültürümüze özdeş bir kavram olarak ortaya çıkmasına rağmen şehirlerimizin 'meydansızlığını' nasıl açıklarız bilemiyoruz?  Sanki Güneydoğu Anadolu'da bulunan paleolitik çağ kentleri Çayönü ve Hallan Çemi' deki yerleşim yerlerinde dünyanın ilk meydan konsepti bulunmasına rağmen bu meydansızlığı nasıl açıklarız yine bilemiyoruz.  

Osmanlı peyklerinin günde 200 Km mesafede haberleri diğer merkezlere götürmeleri mi yoksa Osmanlı Posta tatarları atlarının devletinde merkezle idari birimler arasında haberleşmeyi sağlamak, emir ve fermanları istenilen yere zamanında ulaştırmak için kurulan konak merkezlerinin adı olan menzil hanelerin mesafesi mi etken oldu bilinmez ama bugün her ilimizin kuruluş gerekçeleri bir öyküyü dolduracak kadar önemli bir tarih yelpazesi sunar bize.

Bu durum 'taşralılık' teriminin devletin payitahtı İstanbul'dan şehrin ne kadar uzak olunduğunun ifadesi olarak açıklanabilir.

Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserinde İstanbullular' ın kendilerine 'şehrî' namını vermesi, taşralıların ise kendilerini coğrafî yakınlığa göre Arnavut, Arap, Kürt, Laz olarak adlandırması  Osmanlı'dan bu yana taşralılığın İstanbul'a göre anlam kazandığına yönelik tipik bir yaklaşımımız olarak ortaya çıkmıştır.

İstanbul'a olan uzaklık  şark, garp, şimal ve cenup daha çok birer yerleşim yeri olarak kullanılarak  daha çok coğrafik bir yerin tanımlaması olan ‘şark’ adeta garp’ ın karşıtı olarak gidip te dönülen yer olarak tarihimizde bilinir olmuştur.

Böyle bir yaklaşım, bugün bizi yukarıdaki modern ülkelerdeki gibi aynı ekonomik güce sahip 3 adet şehre bile sahip olamadığımız bir verimsiz ekonomik ortama sürüklemiştir.

Bununla şehirlerin kuruldukları arazilerin doğru olmadığını iddia etmiyoruz. Ancak İstanbul'a olan uzaklığının ölçüsü olarak  okulu, futbol takımı, sanayisi kısaca herşeyi değerlendirmeye tabi tutulan ve 'taşra' olarak adlandırılan modern coğrafyada yer almayan tanımlamaların neden olduğu refahın dengesiz dağılımının olumsuzluğunda acaba bu tip yanlış tanımlamaların payı yok mudur?

ARKEOTEKNO