KARPUZ, SIZE, POŞET VE BEYİN MESELELERİMİZ

Bir üniversitenin konferans salonundayız. Konferansı veren kişi, uzun yıllar Yunanistan’da kalmış, arkeolojiye dair bir konu anlatıyor. Konuşmanın bir bölümünde Yunanlar o kadar bize benziyor dedikten sonra, bir sürü örnekler verip onlar da bizim gibi ‘karpuz’ a karpuz diyorlar deyince ‘karpuz’ kelimesinin aslında ‘kharbuz’ ya da ‘harbuz’ olarak Farsca bir kelime olduğunu ve ‘καρπός’ şeklinde de Yunancadan veya Farscadan bizim dilimize geçmiş olduğunu izah ederek bugünlerde dilimler halinde marketlerde gördüğümüz karpuz meyvesinin adının bizim dilimize Farsca veya Yunancadan geçmiş olduğunu kendisine ve katılımcılara izah etmiştim. Kelimenin İngilizcedeki etimolojik kökeni water-melon olarak içi su ile dolu olduğu için Yunancadan gelen tatlı meyveleri olan kabak-elma anlamına gelen 'melopepon' kelimesine uzanır. 

İbrani metinler ve Mısır mezarlarında resmedilen 5000 yıllık bir geçmişi olan önceleri beyaz, giderek zamanla içi kırmızılaşan karpuzun daha doğuda olduğu için ilkbahar güneşinin daha erken göründüğü İran’dan adı ile birlikte Anadolu’ya geldiğinde bizim meşhur Adana karpuzuna eski Türkçeden kalan bir kelime olarak Osmanlıca tam 32 adet [1] karşılığı olan kabakgiller ailesine ait karpuz meyvesinin ya da az çok Yunanca kelimeleri bilen bir kişi olarak bir şehir efsanesine bağlı kelimeleri bir yerlere bağlama heveslilerinin aksine, karpuzun soğuk yenilmesinin tavsiye edilmesi gerektiğine bağlı olarak eski zamanlarda misafirliğe gelenlere karpuz kesmenin saygının bir ifadesi olduğu o zamanlarda kelimenin öz Türkçe kelimeler olan ‘kar’ ve ‘buz’ kelimelerinden üretilmiş olduğu söylense de ‘karpuz’ kelimesinin Farsca ya da Bizans Rumcasından Türkçeye geçmiş olduğu bilinir.

Bugünlerde geleneğimizde olmayan ancak artan fiyatları nedeniyle bir zamanlar dış ülkelerde gördüğümüzde şaşırdığımız ama ‘gülme komşuna, gelir başına’ atasözümüzün ne kadar gerçekçi bir saptama olduğuna kanaat getirdiğim dilim dilim satışa sunulan karpuz adına karşılık gelen Osmanlıca 32 adet değişik adlandırma ise bu meyvenin asaletini gösterdiği gibi karpuza duyulan saygının bir ifadesidir. Hâlbuki karpuz, kavun, kabak, çimen gibi dalbudak salıp yükselmeyen bir bitki olarak taş, toprak gibi büyüyüp gelişme özelliği olmayan, ruhsuz madde olan ‘berbeste’ nin zıddı bir kelime olarak ‘berrüste’ kelimesi ‘ruhu olan’ anlamına geldiği gibi ağaçlar gibi yükselemeyen bir bitki olması hasebiyle  aynı zamanda Farscada ‘alçak, edepsiz kimse aşağılık adam, soytarı’ anlamına da gelir. Manavlardan satın alınan acı biberlerin tatlı biberlerden ayırt edilmediği, acı biberin tatlı biberlerin içinde saklanmış buharının bile acı alazlar olduğunu bilerekten sofraya geldiğinde yenilince acı ya da tatlı olduğunun hoş bir sohbet şeklinde tartışılarak anlaşılabildiği dönemlerde olduğu gibi karpuz almanın da bir raconu olur yahu diyerek tezgâhlardaki karpuza şaplak indirerek kelek mi? yoksa olgunlaşmış mı olduğunun unutulduğu günümüzde karpuz kelimesinin kökleri Yunancada meyve ve ürün vermek anlamında karpóō καρπόω kelimelerine dayanır. 

Bir diğer deneyim de bir mağazada gömlek alırken hangi boyutta bir gömlek alacağımızı söylerken satış elemanı kızcağıza sürekli giyeceğimizi gömleğin ‘en’ ‘boy’ kelimelerini kullanarak rakamsal olarak birkaç kez söylemiş olmamıza rağmen satış elemanının anlamamakta ısrar etmesi sonucu yüzümüze acı acı bakarak ‘sayz’ demek istiyorsunuz sanırım diyerek arkasından bol ‘x’ li sayıları söylerken sonrasında da ‘medium’ ‘large’ kelimelerini İngilizce telaffuzlarını mükemmel bir şekilde söyleyerek çakması karşısında epey bir zaman öncesinde alacağımız bir kostümün ölçülerinin ne olması gerektiğine dair tereddüte düşmem üzerine yaşlı bir İngiliz bayana İngiltere’de bir mağazada afedersiniz sizin ölçülerinizde bir elbise alacağız da ‘size’ ının kaç olduğunu yanlış anlaşılabilmenin mahcubiyetini hissederek sorduğumuzda kadının durumu kavrayıp benimle birlikte uygun ölçüde bir kostüm satın alışımıza yardım edişi aklıma gelmişti.

Şimdi bütün meselenin diller arasındaki bu geçişle birlikte geçenlerde tabelasına sanki 'bu yana’ ya da beri' yazmak suçmuş gibi etimolojik olarak bir süreyi daraltma sözcüğü olarak 15. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan 'sithenes' sözcüğünün evrilmesiyle 'since' olarak tarihsel geçmişi dikkate almayarak veya zamanın ileriye doğru akışını dikkate almaksızın '1923, ya da ötesi ya da yakın tarihi yazarsa anlaşılabilir de' bu tarihi gerçekler olmaksızın ‘since 2002’ yazan bir marketten alış veriş yaparken benden hemen öncesinde siyahi oldukları belli olan üç kişinin aralarında Fransızca konuşmalarına rağmen hani bize de her kasiyerin sorduğu gibi müşterilerin yabancı olduklarını önce idrak edemeyerek bir rutin alışkanlık olarak önce ‘poşet ister misiniz?’ diye sorarken Türkçe bir kelime söylemiş olduğunun nedametini hissedip sonrasında ‘plastic bag’ diye devam etmesi aklıma geldi. Eskiden yeniden kullanılabilir 'file' ile dükkanlar gidilirken şimdilerde yeniden kullanılabilir olmayan tek kullanımlı olduğu için kullanılmaması gereken alışveriş yaptıkları ürünleri naylon poşetlerine yerleştiren  müşterilerin paralarını ödeyip gittikten sonra sıra bana gelince kasiyeri önce 'beyinsel melekelerinin hemen aktive olarak başka bir dile aniden geçiş süratini' önce tebrik edip sonrasında ise neden zaten Fransızca bir kelime olan yazılışı ‘pochette’ olan ‘poşet’ kelimesinin Türkçe olduğunu düşünerek birden müşterilerin yabancı olduğunu hatırına getirip ‘plastic bag’ demiş olduğunu kendisine hatırlatıp aslında ‘poşet’ kelimesinin Fransızca bir kelime olduğunu, Fransızcada sonuna ‘ette’ eki gelen kelimelerin bir sıfat olarak o kelimeyi 'küçük’ hale gelmesini sağladığını dolayısıyla kelimenin ‘küçük çanta’ olarak bilinmesi gerektiğini ve bizde ‘poşet’ olarak bilinen kelimenin benden önceki Fransızca konuşan müşterilerine söylemesinin yeterli olacağını ‘plastic bag’ demesini yadırgadığımı ifade ederken aslında içimize kadar giren ve ortalığı bir çevre felaketine sürükleyen plastik kelimesinin ne kadar Türkçe, geriye kalan ‘bag’ kelimesinin ise bagaj olarak kullanımımızdan dolayı sanki otomobil tamircilerinin dahi tabelalarına ‘turbocu’ ‘frenci’ gibi yazdıkları terimlerle beraber havalimanlarında uçuş öncesi bavullarınızı teslim ederken ‘bagajınız var mı’ diyerek soru soran hostese ‘bavul’ kelimesinin İtalyancadan dilimize geçen yolculukta taşınan yük olarak ‘baule’ kelimesinden evrilerek dilimize geçmiş olduğunu anımsadım. Öyle ya valiz de diyeceğim kelimenin aslında valigia olarak küçük bavul ya da bohça olabileceğini düşündüğümde bu kez de şu bir zamanlar evlerin taşlık olarak tabir edilen ön bahçelerindeki bölümlere sırtlarındaki bohçaları açarak, sererek tutturabildiği fiyattan kumaşını, peştemalini ..vs satan daha çok da Roman kadınlarının bir çıkın içinde satış yaptığı bohçacıların dayandığı‘bohça’ kelimesini düşünürken bu kelimenin eski Türkçede ‘bog’ kelimesine dayandığını bundan dolayı da kelimenin ‘boğumlu’ olmasından gelen bir kök olarak ‘boxtay’ kelimesine dayandığını ve kasiyer kızın en azından ‘bag’ demesi ile bilmeden ya da zımni olarak ‘bag’ kelimesine benzerliğinden dolayı ‘plastic’ kelimesi hariç ‘bag’ diyerek biraz da poşet kelimesine nazaran daha Türkçe konuşmuş olduğu kanaatine vardım ama kasiyer kızın sonuç olarak 'poşet' dediği için hem Fransızca hem de 'bag' dediği İngilizce konuştuğuna, Türkçe konuşmadığına kanaat getirdim. Sonrasında ise oto sanayi bölgesindeki ‘turboculara’ da hak vererek otomobillerde kullanılan ‘air bag’ lere dair tabelalarına ‘air bagci’ yazmalarında ne mahsur var diye düşünmeden de edemedim (!) ama 1995 li yıllarda gümrük birliğine girişimiz ile Avrupa Birliğine girdiğimiz sanılarak bazı resmi araçların kuyruklarına ‘call…’ yazılmasının ise neye hizmet olduğuna dair şüphelerimin ortaya çıkmasına neden olmuştu.

    

Bir de şu plastik kelimesi de keşke Türkçe olsaydı da kasiyer kızın günahını almamış olsaydım diye düşünürken ‘plastic’ kelimesinin Yunanca kalıplanmış, şekil verilebilen anlamına gelen ‘plastos’ ‘πλαστικός’ kelimesinden üretilmiş bir etimolojisinin olduğunu kelimeler arasındaki bu değişik kullanımlarının ise vücudumuzun en önemli organlarından biri olan ‘düşünce melekemizi geliştiren’ anlamında beyin plastisitesi gibi sürekli kendini yenileyen bir beyin olması gerektiği üzerinde fikir yürütmeye başladım. Öyle ya eğilip bükülen, istediğimiz şekli alabilen aşırı kullanımından dolayı hem doğayı katleden hem de beynin en önemli işlevi olarak kullanılan bir kelime olarak ‘plastik’ kelimesinden üretilme beynin sinir hücrelerinin sürekli yeniden düzenlenmesi anlamında bilimsel bir kelime olarak ‘nöroplastisite’ insanın gelişim psikolojisinin önemli bir biyolojik olayı olarak dış etkenler altında beynin yapısal ve işlevsel değişikliğini ifade ederken eğer bir beyinde nöroplastisite olmazsa kişi hangi yaşta bulunuyorsa o yaş ile ilgili beyinde bilişsel bozulmalar ve yaşlanma, aşırı olması durumunda ise epilepsi, nöropatik ağrı stres oluştuğu bilinir.      

Mark Twain’in ‘tadına bakmak meleklerin ne yediğini bilmektir' sözüne atfen ana vatanı Afrika olduğu bilinen karpuz gibi durarak büyümek ya da gelişmek değil de düşünmenin gereği olarak düşünce gücünün gelişmesi anlamında ‘plastisite’ beynin kendisini ihya etmesi anlamında sinaps yollarının yeniden kurulmasını ifade eder. Bu nedenle beyin hücrelerinin büyüme hormonu ve hücrelerinin sağ kalımını, onarılmasını sağlayan BDNF faktörünün [2] düzeltilmesi ve yükseltilmesi beyinde plasitisitenin oluşturulması açısından sağlıklı yaşam için elzemdir.  Bebeklikte her bir nöronun başka bir nörona bağlanma yolu kapasitesi olarak 2500 sinaps ile başladığımız beyin gelişim maceramıza yeni sinapslar kurulmasını temin edecek sinapstogenez döneminde her bir nöronun yaklaşık 15.000 yolak kurabilmesi yeteneğimiz ilerleyen yaşlarda ortaya çıkan sinaptik budama ile sinaps sayısının yarıya inmesine mani olmak için beynin nöronlarının işlem verimliliği yapabilme kapasitesinin de geliştirilmesi adına Türkçe kelime maceramızı sürekli sorgulamamız gerekir.

ARKEOTEKNO

[1] Karpuza Osmanlıcada şu isimler verillirdi. Berrüste, beyare, bıttih, bostan,cafun, cahb, caliz, dıl, eşen,feng, ficc, hahhab, hanzal, harbüz, harbüze füruş, harbüze-i rubah, harbüze –zar, haşif, hinduvane, hışır, hıtban, ism-i cins, kebse, keştite, kuvare, lebi, ma-i mukayyed, mabtaha, vezin, yaktin

[2] Brain Derived Neurotrophic Factor (Beyin Türevli Nörotrofik Faktör)

 

.